ÜLKÜMÜZ
Ülkümüz
Ülkümüz; TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜDÜR.
 
Seyyid Ahmed ARVASİ
 
 
NEDEN TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ
 
Neden, şu veya bu ad altında toplanmayı değil de "Türk-İslam Ülküsü" ne bağlanmayı savunuyoruz? Biz iddia ediyoruz ki, "Emperyalizm", Türk ve İslam dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile "vatan çocuklarını" din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer taraftan din ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da birbirine düşürmeyi planlamaktadır.
 
Bugün yeryüzünde iki sömürgeci "blok" vardır. Bunlardan biri kara renkli "kapitalist emperyalizm" diğeri ise bütün fraksiyonu ile "kızıl emperyalizm". Birincisi "çok uluslu sirklerin" paravanasında, "az gelişmiş veya gelişmekte olan halklara yardım etmek, özgürlük ve uygarlık götürmek" maskesi altında, ikincisi de "ezilen, sömürülen halklara bağımsızlık, özgürlük ve adalet götürmek" maskesi altında, "sınıfsal savaş" sloganı ile "iç savaşlar" çıkartmakta ve "dünya proleterlerinin dayanışması" adı altında işgalini gerçekleştirmektedir.
 
Gerçekten de yeryüzünde ezilen ve sömürülen bir de "üçüncü dünya" vardır. Bu dünya, daha çok Asyalı, Afrikalı irili ufaklı devletlere ve devletçiklere, beyliklere, emirliklere, federasyonlara bölünmüş milletlerden ibarettir. Esef edelim ki, bu insanların sayısı bir buçuk milyardan daha fazladır. İşin ızdırap veren diğer bir yanı da, bu nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar teşkil etmektedir. Bunun yanında çok acı bir gerçeği daha belirtelim ki, bu ezilen ve sömürülen Müslümanlar arasında Türk Milleti'nin çok önemli bir bolümü bulunmaktadır.
 
1970 yılında yapılan bir araştırmaya göre, yabancı boyunduruğunda tam bir sömürge hayatı yaşayan Türk nüfusunun sayısı, Türkiye'mizde bulunan genel nüfusumuzun tam iki katıdır.
 
Emperyalist güçler, fırsat buldukları zaman zorla, bulamadıkları zamanlar ise hile ile İslam ve Türk dünyasını ele geçirmiş, zenginliklerini yağmalamış, din ve milliyet duygu ve değerlerini tahrip etmiş, direnenleri lekeleme ve imha yoluna gitmiş, kendine uygun kadrolar yetiştirmiş, bu milletlerin uyanış diriliş hamlelerini, milli eğitim ve kalkınma planlarını baltalamış ve bu ülkeleri, "ebedi sömürge" statüsüne mahkum etmek için elinden geleni esirgememiştir.
 
Emperyalist güçler, korkunç bir kültür emperyalizmi programı ile millet çocuklarını milli tarihlerine, milli ve mukaddes kültür değerlerine, milli ülkülerine, milli menfaatlerine, hatta motif ve sembollerine düşman etmekle kalmazlar, kendi değerlerini "bir uygarlık ve ilerilik" unsuru biçiminde onların kafalarına ve vicdanlarına oturturlar. Böylece milli ve mukaddes değerlere bağlı milliyetçilerin karşısına, bu değerlere ters düsen "yabancılaşmış kadrolar" çıkarırlar. Bir ülkede, değerler "ikizleşince", kadroların da ikizleşmesi ve çatışması mukadder olur. İste düşman, bu noktada aktivitesini arttırır. Ülkenin ve milletin "parsellenmesi" için beynelmilel güçleri harekete geçirir. Ülke artık birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır kadrolara bolünmüşse, düşman rahatlıkla at oynatabilecek vasatı bulmuş demektir.
 
Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ sanki bir insan, hem "dindar" hem "milliyetçi" hem "medeniyetçi" olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan "çatışan güçler" meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca planlar ki, tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden elli veya yüz sene geçmesi gerekir. Mesela, Osmanlı Türk Devleti'nin parçalanması ve Orta-Doğu'nun sömürgeleştirilmesi için, dinimizin ve milliyetimizin düşmanları “din” ile "milliyetçilik" arasında zıddıyyet ve düşmanlık duyguları doğurmayı planlamış olduklarını şimdi itiraf ediyorlar.
 
Serge Hutin adlı bir Fransız masonunun yazdığı "Les Francs-Maçons" kitabının 127. sayfasında okuduğumuza göre İslam dünyasında masonlar Cemaleddin-i Afgani ve Muhammed Abduh gibi "din politikacılarını" localarına kaydederek onların eliyle "Dini, milli yapılarına göre reforme ederek" âlemşümul İslam dinini bozmak, öte yandan Müslüman Kardeşler (Freres Musulmans) hareketi ile de "İslam'da milliyetçilik yoktur" propagandası ile milletleri çökertmek ve bu suretle çok kahpece bir planla birbirine zıt "islamcı" ve "milliyetçi" sun'i düşman kamplar doğurmak istemişlerdir.
 
Emperyalizm, bizim dünyamızda bu "paradoks"tan çok istifade ettiğini ayrıca yazmaktadır. Dinimizin ve milliyetimizin düşmanları, din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı, birbirine düşman göstermek oyunundan kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor.
 
O halde, Türk milliyetçisine düşen iş, bütün varlığı ile bu oyunu her şeyden önce kendi yurdunda bozmak olmalıdır. Bu ülkede sun'i olarak birbirine düşman "güya Türkçü" ve "güya İslamcı" cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına, bir Müslüman-Türk olarak ve tarihine yaraşır bir biçimde çıkmalıdır.
 
Bunun için, Türk-İslam ülküsüne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslam iman, aşk,ahlak ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslamiyeti ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, Dünya Türklüğünün, İslam dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur. Din ve milliyet, zıt değerler değildir. Bu sebepten, "sentez", tez ile anti-tez arasında söz konusu olacağına göre, yıllardan beri kullandığımız "Türk-İslam sentezi" yerine, "Türk-İslam Ülküsü" sözü daha uygun olur düşüncesi ile kitabımızın adını "TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ" olarak seçtik. Bunu ısrarla kullanacağız.

-------------------------------------------------------------------------------
Nevzat KÖSOĞLU
Ülkü kelimesi, batı dillerindeki ideal'in karşılığıdır. İdeal
kelimesinin, ide yani fikir kökünden gelmesini dikkate alan Ziya
Gökalp, fikir kökünden mefkûre kelimesini türeterek bu kavramı
karşılamıştır. Ancak, Gökalp bu kelimeyi, günlük hayatta
alışageldiğimiz anlamında kullanmamış, mefkûreyi sosyolojik bir terim
haline getirmiştir. Gökalp’ın, neredeyse unutulmuş gibi olan bu
terimini, Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muasırlaşmak isimli kitabındaki
makalesine dayanarak açıklamak istiyorum.
Gökalp bu kavramın açıklanmasına bir tohumun çimlenme süreci
benzetmesini yaparak başlar. Önce bir ilkah (döllenme) dönemi
geçirilir, sonra büyüme, şekillenme ve uzuvlaşma devresi gelir. Şair
yahut düşünürlerin yaratışları da buna benzer. Şairin muhayyilesinin
yahut düşünürün müfekkiresinin (düşünme gücünün) ilkah olması
(döllenmesi) ile ilham yahut sezgi gelir; ve er geç bir eser doğar.
Meseleyi toplumsal zemine getirdiğimiz zaman: Henüz millî kimliğini
bulamamış bir toplumu, şairin muhayyilesi yahut düşünürün
müfekkiresine benzeten Gökalp onun da ilkaha (döllenmeye, aşıya)
ihtiyacı olduğunu söyler. Bu da, daha ziyade büyük, millî felâket
anlarında gerçekleşir. Böyle acı zamanlarda, ferdin kişiliği
kaybolur, herkesin ruhunda "millî bir şahsiyet" yaşar; bütün
kalpler "millî şahsiyeti" yaşatmak duygusu ile dolar. Bu hengâmede
fertler kendi hürriyetlerini değil, milletlerin istiklalini
düşünürler. İşte, o muazzez duygu ile karışık olan bu mukaddes
düşünceye mefkûre denilir ve bu buhranlı devreye de, "ilkah devresi"
namı verilir. Buhran zamanlarında, millî felaketlerin kalpleri
birleştirdiği, tek yürek yaptığı dönemlerde, mefkûre bu kalplerden
doğar. Sonra gelişir, çiçek açar; uzuvları belirir, kurumlaşır.
Fransız milleti, İngiliz istilası altında çözülmüşken, "millî vicdan
meczup bir köylü kızından (Jan Dark) fışkırarak, onu kendisine müncî
(kurtarıcı) yaptı. Cermenlik mefkûresi, Napolyon'un Almanya'yı
çiğnediği dönemde canlandı" vb. Korkakları cesur, tembelleri çalışkan
yapan "bu mefkûre güneşi", buhrandan sonra hemen sönmez; milletin
bütün faaliyetlerini deruni bir zemberek gibi ısrarla tahrik eder.
Milletin hars ve medeniyeti bu güçle kurulur. Mefkûreler milletlerin
geleceklerini kurar. Mefkûre var oldukça, millet siyaseten çökse de,
yeniden dirilir; mefkûresi olan devlet ölmez.
Gökalp’ın bu açıklamalarında iki nokta dikkati çekmektedir: Mefkûre
sahibi fert, kendisini aşmaktadır; bunu, vecde varan bir iman içinde
yapmaktadır. Mefkûre bu gücünü nereden alıyor, diye sorduğumuz zaman,
insanları bir iman çevresinde toplamasından, cevabına
gideriz. "Fertler mefkûreli oldukları dakikada, ruhları şedit bir
vecd ile dolar" derken de, iman haline işaret etmektedir.
 
***
Ülkü, kelime olarak, ulaşılmak istenen yüksek bir amaç anlamındadır.
Burada açıklanması gereken nokta, bu amacın kişisel değil, toplumsal
olduğudur. Ferdin kendi hayatı için çizdiği program ve hedefler ülkü
değildir; millet hayatına ait program ve hedefler ülkü olabilir.
Ülkücü, millet hayatına ait bu ülküyü gerçekleştirmek üzere çalışan,
bu yoldaki fedakârlıkları ile aynı zamanda nefsini aşarak kişiliğini
geliştirip, yücelten insandır.
TÜRK ÜLKÜCÜLÜĞÜ
Kavramlar ve Yürekler
Osmanlıca Lügat, mefkûre kelimesini "ülkü" olarak karşılıyor ve "Ziya
Gökalp’ın yaptığı kelimelerden", diye açıklama veriyor. Türk Dil
Kurumu'nun Türkçe Sözlük'ü ülkü kelimesini, amaç edinilen, ulaşılmak
istenen şey, ideal olarak anlamlandırıyor ve Kızıl Elma'yı
çağrıştıran bir açıklama ekliyor: "İnsanı duyular âleminin üstüne
yükselten ve hiç bir zaman tam olarak gerçekleştirilemeyecek olan,
hep yalnızca gereklilik, yalnızca erişilmesi istenen bir amaç olarak
kalan kılavuz ilke, örnek yargı ölçüsü, mefkûre, ideal."
Kelimeyi dilimize bir sosyoloji kavramı olarak sokan Ziya Gökalp’ın
bu konudaki açıklamaları unutulmuş gibidir. O, mefkûreyi, toplumların
büyük buhran zamanlarında, kendi kimliklerini idrak etmesi, ferdî
kimliklerinin silinip toplumsal/millî kimliğin egemen olması,
şeklinde kavramlaştırıyordu. "İçtimaiyat ilmine göre mefkûre,
istikbalde vasıl olacağımız gaye, bir hedef demek değildir." Mefkûre,
toplumda esasen var olan bir gerçekliğin, toplumun galeyanlı
dönemlerinde fertler tarafından algılanmasıdır.
Mefkûreyi kelime olarak Gökalp de, sözlüklerde yer alan anlamında
kullanmış ve anlam bu şekliyle yerleşmiştir. Biz burada, ülkünün bir
iman konusu olduğunu belirteceğiz. Bu özelliği ile toplumda bir
gerilim yaratır ve gerçekleştirilmesi için insanları ardından
koşturur. Gökalp de, mefkûreyi, toplumu dirilten, uyuşukları harekete
geçiren, tembelleri çalışkan, bencilleri diğergâm kılan bir güç
kaynağı olarak görür. Diğer bir düşünürümüz Mehmet İzzet de
ülküyü, "o kadar sağlam görünürler ki, onlar hakkında soru
sorulmasına lüzum görülmez, onlar vardır ve insan, hayatı boyunca
başaramayacağını bilse de ona ulaşmak için çabalamalıdır. İşte
sağlığı yerinde bir ruhun anlayışı" diye anlatır. Prof. Mehmet
İzzet, "Hayatın gayeleri karşısında bir "niçin" veya "nasıl" sorusunu
ortaya koymak, fikir inceliğini gösterse bile, kalp bozukluğuna
alâmet sayılır; netice vahimdir" der ve "Muhakkak O'nu, onlardan önce
bir kavim sordu, sonra o sebeple kâfir olarak sabahladılar (kâfir
oldular)" ayetini zikreder. Bu dokunuşlar kavramın, imanla
ilişkilerini yeterince ortaya koymaktadır.
***
Açıklamalarımız bizi, bu tür kavramların, kültürün değişik
dönemlerinde farklı biçim ve ağırlıklarda algılandıkları meselesine
götürür. Toplumsal gerilimin yüksek olduğu kuruluş ve yükselme
dönemlerinde bu kavramlar en geniş ve derin anlamlarıyla kavranır ve
inanılır. Tabii, bu halin hayata yansıması da o ölçüde büyük ve
parlak olur. Toplumsal gerilimin düşük olduğu, iman zaafı yaşanan
devrelerde ise kavramların içeriği zayıflar, basitleşir, silikleşir
hatta kaybolur. Yani kavram, kavrayan yüreğe ve idrake göre büyür,
zenginleşir; heyecanların ve büyük açılışların kaynağı olur. İman
sönmeye başlayıp, yürekler daraldıkça, idrakler küçülüp karardıkça,
anlam değişmeleri de basite doğru gider. Millî iman muhtevamızdan
olup, Türk ülkücülüğünün iki ana ilkesi olan İ'lâ-yı Kelimetullah ve
Nizam-ı Âlem kavramları, yükseliş dönemlerinde tam bir kızıl elma
heyecanı içinde, büyük fetihler üzre olmak ve dünyanın nizamından
sorumluluk şeklinde algılanırken, imanın soğumaya yüz tuttuğu
gerileme dönemlerinde, tesbih çekmek ve mahallenin asayişini temin
etmek kaygısına dönüşmüştür.
Osmanlının ünlü Viyana elçisi Ahmet Resmi Efendi, 1768 Osmanlı-Rus
savaşı vesilesiyle, soğuma dönemlerinin kavrama zorluğu ve karmaşası
yaşayan aydınlarını şöyle niteler: "Kızıl Elma'ya dek gitmeye ne
minnet vardur, deyu tumturak-ı elfaz ile cehlini itiraf ve sandalye
üstünde hamzanâme nakleden pehlivanlar lâf u güzâf edüp, Kızıl Elma
semtini, Boğdan'dan gelen alyanak elma gibi yenir bir şey zanneden
sâdediller..."
Fertlerin ve Milletlerin Ülkücülüğü
Ülkücülük genelde, kişinin kendini, nefsini aşma cehdidir; insan
bunu, bir üstün değere bağlanarak, kendini ona adayarak yapar; yani
inanarak. Bu bakımdan iyi bir Müslümanın hayatı, tabii bir ülkücülük
hikayesidir. Çünkü mümin bir Müslüman hayatının her eyleminde Allah
rızasını arar; bu, Allah'ın emirlerine uyma, yasaklarından sakınma ve
vicdanının uyarılarından şaşmama şeklinde ortaya çıkar.
Tasavvuf, bu ülkücülüğün öğretisi, tekkeler ise eğitim merkezleridir.
Şüphesiz ki, iman gibi, bu yükselişin de mertebeleri vardır ve
Allah'ın insana takdir ettiği yönde sonsuzdur. Ülkücülükten nasibi
olmayan insan ise "esfel-i safilin"e doğru iner. Ancak, insan sadece
doğruya, hakka yönelerek ülkücü olmaz; bâtılın da ülkücülüğü vardır.
İnsan inanmışsa ve inancının yönü, içeriği ne olursa olsun, bu uğurda
kişisel yarar ve beklentilerini, hatta hayatını feda edebiliyorsa
işte ülkücülük budur.
İnsanlar gibi, toplumların da ülkücülüğü vardır. Toplum, kendi
yararlarını aşan bir takım insanî değerlere inanmış, bağlanmış ise, o
değerler uğruna fedakârlıklar yapabiliyorsa, o toplumun
ülkücülüğünden söz edebiliriz. Kişinin nefsini imanla
sınırlandırması, ölçülendirmesi gibi, toplum da inanarak, isteklerini
bağlandığı ülkünün gerekleri ile sınırlandırabilir. Ve bütün toplum
yükselişleri yahut tarihi başarıları, ülkücülük ile birlikte görülür.
***
Tarihin bütün büyük kültürlerinde bu ülkücülük vardır. Eski Roma,
İran, Büyük İskender ve Cengiz imparatorluklarında dünya egemenliği
ve nizam-ı âlem fikri vardır. Ancak, tabiidir ki, egemenlik ve nizam
fikrinin ölçüleri birbirlerinden farklı idi. Aynı düşünce eski Çin'de
kuvvetle hakimdi ve bütün diğer hükümdarlar, dünyanın merkezinde
oturan Göğün Oğlu İmparatora bağlı olmak zorunda idiler.
Yeni çağda İngiliz İmparatorluğu, kendilerinin bütünlüğü ve
medeniyeti temsil ettikleri inancına dayanan bir dünya egemenliği
fikri ile birlikte gelişti. Thomas Burnet, piskopos Berkeley gibi
ilahiyatçılar, ilmin ve siyasî kudretin doğudan batıya geçtiğini
sürekli işlemişlerdir. "Tıpkı güneş gibi, ilim gelişimine doğuda
başlamış, sonra batıya dönmüştür. İşte batıda uzun zamandan beri onun
ışığından yararlanmaktayız." Batılılar sömürgeciliklerini, bu
üstünlük ve medeniyeti yayma misyonlarına
bağlamışlardır. "İngilizler, emperyalizmin, müşterek medeniyet
davasından ibaret olduğuna inanmışlardır." Almanya, Cermen ırkının
üstünlüğüne inanarak dünyaya nizam verme iddiasını toplumuna mal
etmeye çalışırken, bunu yapan ilk ülke değildi.
Osman Turan hoca, eski ve orta çağlar boyunca Cermen ve Türk
kavimlerinin esareti altında yaşayan ve bu yüzden, "tarihte değil,
coğrafyada mühim bir mevkii" olan Rusların, Altınordu ve Bizans'ın
çöküşünden sora, üçüncü Roma olmak ülküsüne bağlandıklarını ve dünya
egemenliği şuuruna yükseldiklerini yazar.
1917'de Bolşevik İhtilali'ni başarıya ulaştıran temel etmenlerin
başında, Marksist ülkücülük geliyordu. Bu inancın toplum çapında ve
büyük ölçüde kaybedilmesi ise Sovyet İmparatorluğu'nun yıkılmasının
temel sebebi oldu. Bugün dünyamızın en güçlü toplumu olan Amerika
Birleşik Devletleri'nin, kuruluşundan itibaren böyle bir Amerikan
ülkücülüğü ile geliştiğini görmekteyiz. "Amerika'ya ilk yerleşen
İngilizler, Allah'ın inayeti ile kendilerini, bütün Avrupa için
gerçek reform örneği olacak tepe üstündeki siteyi kurmak için
seçilmiş olduklarına inanıyorlardı." Amerika'yı kuran öncüler içinde,
buranın, İsa'nın ikinci geliş yeri olarak ve kendilerinin de, burada,
yeryüzü cennetini kurmak için seçildikleri inancı yaygındı. ABD
kendisinin yeryüzünde özgürlük, demokrasi ve barışı korumakla görevli
olduğuna inanmaktadır. 1765'de yazan John Adam "Amerika'nın kuruluşu,
halâ esir durumunda bulunan insanlığı aydınlatıp zincirlerinden
kurtarmak yolunda Tanrı'nın taşıdığı bir niyet gibidir" der.
Amerika'nın öncülerinden Protestan rahibi Josiah Strong, Anglo-Sakson
ırkının, Tanrı tarafından dünyayı uygarlaştırmak üzere seçilip,
görevlendirildiğini söyler. Yüzyılımızın başlarında, ünlü Amerikan
tarihçi ve senatörü Albert J. Beveridge, bu inancın güçlü
sesidir: "Ve bütün öteki milletler arasından Tanrı, dünyayı yeniden
diriltip düzene kavuştursun diye Amerikan ulusunu seçti."
Amerika’nın kurucuları yanında hemen bütün Amerikan başkanlarında, bu
görev şuuru vardır ve bunu ifade etmişlerdir. Böyle bir ülkücülüğe
çok uzak gibi görünen Woodrow Wilson, Amerikan ülkücülüğünü dile
getirenlerdendir. "Wilson için Amerikan ulusal değerleri liberal
gelişmeciliğin evrensel değerleri ile çakışır ve olağanüstü bir
görevi yüklenmiş olan bir Amerika, insanlığı yarının uluslararası
düzenine götürmeyi kendine amaç edinmek zorundadır." Amerika hiç bir
coğrafi sınır tanımadan, dünyanın herhangi bir yerindeki olaylara
müdahale ederken, her zaman bu ülkücülüğe dayanmış ve bunu ifade
etmiştir. 1968'de Başkan Johnson, askerlerini Saygon'a gönderirken,
Allah'ın yardımına ihtiyacımız var, çünkü "özgürlük uğruna
yüklendiğimiz görev, hiç bir zaman kolay olmamıştır" diye konuşur.
Eisenhower, bu ülküye samimiyetle inanan bir dindardı. Kennedy'lerde
bu inanç açık ve kesin ifadelerle dile gelir. Başkan Kennedy şöyle
konuşur: "Tanrı'nın bizi korumasını ve bize yardımcı olmasını
dileyelim; ama unutmayalım ki, yeryüzünde Tanrı'nın yapacağı işi
yapmakla biz görevliyiz." Başkan seçilmeden vurulan, kardeşi Robert
Kennedy de, Amerika'nın "özgürlüğün bekçisi" olduğuna
kesin inananlardandı; "gezegenimizin manevi yönetiminde hakkımız
vardır" diye konuşuyordu.
Her milletin yükseliş dönemlerinde benzeri bir ülkücülük yaşanmıştır.
Biz, Amerika'ya yaptığımız bu dokunuşlarla yetinip, kendi tarihimize
yönelelim.
Türk Ülkücülüğü
Türk tarihinde, ferdin nefsini temizleyerek insan-ı kâmil (olgun
insan) olmak ülküsü, topluma Kızıl Elma ülküsü olarak yansımış, bu
iki ülkücülük birbirini beslemiştir. Olgunluğa ulaşmak, nasıl,
sınırlandırılmış değilse, a yani sonsuza bitişiyorsa,
Kızıl Elma da, ulaşılacak bir menzil değil, yaklaştıkça uzaklaşan ve
kitleleri sürekli arkasında koşturan bir kavramdır.
Kişisel ve toplumsal ülkülerimizin bu özelliği yüzündendir ki, Türk
kültürünün genel ve temel arketipi "hasret" duygusu olmuştur.
Mimarimiz, musikimiz, edebiyatımız ve tarihimizin Çin Seddi'nden
Viyana'ya koşan coşkun akışı hep, bir "hasret" çevresinde
gerçekleşmiştir. Sürekli ardından koşulan, ulaşıldıkça uzaklaşan ve
yeni bir koşuyu başlatan Kızıl Elma; yani içimizdeki dinmeyen hasret.
Bu yüzden Türk tarihi, bitmeyen bir koşu gibidir. İstanbul, Viyana,
Roma Papa Kilisesi gibi belirli fetih Kızıl Elma'larının yanında,
kültürümüzün temel ülküsü yahut Kızıl Elma'sı, Allah'ın adını
yüceltmek üzere dünyaya egemen olmak ve insanları Allah'ın emrettiği
ölçüler içinde adaletle yaşatmak; yani, İ'lâ-yı Kelimetullah ve nizam-
ı âlemi kurmak...
"Tarih yazılıp bir kültür ve şuur kaynağı olmadıkça, toprak altında
kalan kıymetli madenler gibi, hiç bir mana ifade etmez" diyen Prof.
Osman Turan, millî imanımızın muhtevasından olan bu iki kavramın
gelişmesi ve tarihi ortaya çıkışlarını bir kitabının (Türk Cihan
Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, M. Kaplan) konusu yapmıştır. Diğer bazı
büyük tarihçilerimiz (ise) bu ülküye ancak satır aralarında işaret
etmişlerdir.
Müslüman Türk ülkücülüğünün iki temel ilkesinden biri olan, âleme
nizam vermek yahut cihan devleti olmak fikri, destanlarımız kadar
eskiye dayanır. Türkler hakanlarına Acun Beği yani Dünya Beği derler.
Oğuz Destanı'na göre, Oğuz Kağan bütün kavimlere elçiler
göndererek, "Ben artık dünyanın hanıyım" der. Yine destanda, cihan
devleti anlayışı, "Güneş tuğumuz, gök çadırımız" şeklinde şiirsel bir
ifade ile dile getirilir. Bilge kişi Irkıl Koca da, Oğuz'un dünya
egemenliği için dua eder. Kaşgarlı Mahmud da, İran destanlarındaki
Afrasyab'a Türklerin Alper Tunga dediklerini ve onun Dünya Hükümdarı
(Acun Beği) olduğunu söyler. Göktürk Hakanı, Muhan Han, Bizans
elçisini 568 yılında Ak-Dağ civarında kabul ettiğinde gözlerinden
yaşlar gelir ve bu durumu, Bizans elçisine şöyle
açıklar: "Atalarımızdan işittik ki, Garp İmparatorluğu elçileri
geldiği zaman, bu, bizim için, artık yeryüzünü fetih ve istila
edeceğimize delalet eder." Kültür tarihçimiz Prof. Bahaddin Ögel,
eski Türk devlet anlayışını yorumlarken, Türk anlayışında "Türk
Hakanı, Tanrı tarafından bütün insanlığı idare için gönderilmiş bir
hükümdar idi" der.
***
Türklerin İslâm dünyasına girişleri İslâm âleminin siyasî ve
toplumsal parçalanmalar içinde olduğu, pek sıkışık bir dönemine
rastlar. Türk boylarının hızla İslâmlaşması Müslüman topluluklar
arasında ümit ve heyecan doğurur. Türklerin İslâm'ı kurtaracakları,
her yana egemen olacakları yolunda kerametler, evliya muştuları ve
hadisler yayılmaya başlar. "Türkçe öğreniniz; çünkü bu kavmin
egemenliği uzun sürecektir" yahut "Türkler size ilişmedikçe siz de
onlara ilişmeyin" gibi hadis rivayetleri bu dönemde duyulmaya başlar.
Türk topluluklarının savaşçılık kabiliyeti, gazâ ve i'lâ-yı
kelimetullah kavramlarında tam bir mecra ve hız bulur. Müslüman
topluluklarda beliren ümit, Türklerin şevkini artırır. İslâm'ın
bayraktarı, kılıcı oldukları yolundaki inançları giderek kuvvetlenir,
yaygınlaşır. Kaşgarlı prens Mahmud şu kudsî hadisi nakleder: "Benim
Türk adını verdiğim ve doğuda yerleştirdiğim bir ordum vardır. Bir
kavme gazaplandığım zaman onları o kavim üzerine gönderirim."
Allah'ın
ordusu oldukları şeklindeki inanç güçlendikçe, Nizam-ı Alem fikri de
kökleşir. Esasen kültürlerinde var olan cihan devleti fikri, dünyaya
egemen olmak ve insanları adaletle yönetmek şuuru halinde devam eder.
İslâm'dan önceki dönemlerde de var olan, Türk hakanlarının Tanrı'nın
teyidine mahzar oldukları inancı pekişir, "Tanrı onları Türk adı ile
adlandırdı. Kendilerini yeryüzünün hükümdarları yaptı, herkese üstün
kıldı. Onları hakla teyid ve kendilerine sığınanları ta'ziz eyledi."
Bir kaç yüzyıl sonra da, Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferine
çıkarken, ünlü rüya sebebiyle Hasan Can'la konuşurken, "Biz Allah
tarafından memur olmadıkça bir sefere çıkmayız" diyecektir.
Selçuklu hükümdarı Tuğrul Beğ, Bağdat'a girip, Büveyhileri
temizledikten sonra, Halife kendisine taç giydirip kılıç kuşatır ve
onu "Dünya Sultanı" ilân eder. Bu inanç bütün İslâm dünyasında
yayılır. Ermeni ve Gürcü kaynakları da Selçuklu Hakanı
Melikşah'dan, "Cihanın Efendisi" olarak söz eder ve kalbinin
Hıristiyanlara karşı da şefkatle dolu olduğunu söylerler. Yine
Selçuklu Sultan Sançar kendisini dünya düzeninden sorumlu ve yetkili
görür: "Allah bu dünyayı bizim tasarrufumuza tevdi ve emanet
etmiştir. Bütün emirler ve hükümdarlar bizim memurlarımızdır" der.
Cihan hâkimiyetine işaret eden, Osman Gazi'nin ünlü rüyasını,
Selçuk'un babası Dukak da benzer şekilde görmüştür. Göbeğinden üç
ağaç çıkar ve göklere yükselen dalları her tarafı tutar. Korkut Ata
bu rüyayı dünya egemenliği olarak yorumlar.
İ'lâ-yı kelimetullah ve Nizam-ı Alem ülküsü Osmanlıda doruğa çıkar ve
Osmanlı, İslâm tarihinin doruğuna çıkar. Kuruluş dönemindeki bu iman
ve heyecan artık bütün tarihçilerce kabul edilmektedir; devletin adı
gâziler devleti, askerin adı gâziler ordusu olarak anılır. Fatih
Sultan Mehmed Han, Otlukbeli zaferini, Timur'un torununa bildirirken,
atalarının daima i'lâ-yı kelimetullah uğrunda gâza ve cihat
yaptıklarını söyler ve ordusunu "Allah'ın ordusu" olarak niteler. Ona
göre dünyada tek imparatorluk ve tek hükümdar olmalıdır. İstanbul da
bu devletin tabii başkentidir. Türk hakanları, İstanbul'u
fethetmekle, bir cihan devleti olan Roma imparatorluk tacını da
giymiş oluyorlardı. Bütün müslümanların halifesi olmakla da, artık
cihan hakimiyetini kurmuş oluyorlardı. Kanuni Sultan Süleyman Han,
dünyada tek cihangir hükümdar olarak kendisini görüyor, İspanyol
Kıralı Şarlken'i imparator olarak kabul etmiyordu. İspanya kralına
verdiği amannâme'nin görkemli giriş cümlesi bu anlayışın ifadesidir:
"Hak Taalâ'nın yardımı ve ulu Peygamberimizin mu'cizatı berekâtı ile,
ben ki, dünya hükümdarlarına taç giydiren Sultanların sultanı,
zilullah-ı filarz, mukaddes Mekke, Medine, Kudüs-ü şerif ve İstanbul
şehirlerinin, Kara ve Ak Deniz'in Anadolu ve Rumeli'nin, Karaman,
Rum, Zulkadriye, Acem, Şam, Mısır, Arabistan ve Yemen beldelerinin
hükümdarı, Gürcistan, Dağıstan, Tatar ve Kıpçak illerinin, Eflak,
Boğdan ve Budin (Macar) tahtının ve Erdel vilayetinin, kılıcımızla
alınmış nice memleketlerin padişahı ve sultanı Süleyman Han bin Selim
Han bin Beyazid Han'ım. Bu bizim âhidnâmemizi okuyup işitmeyenlere
mâlum ola ki, Romanların ve ona tâbi olanların kralı Ferdinandos,
benim azametlû dergâhıma elçi genderüp inayet-i hümayunum rica ettiği
ve gönderdiği elçi anın karındaşı İspanya vilayeti kralı Karlos (Roma-
Germen imparatoru Şarlken) tarafından dahi vekil idiğün arzetti.
Üngürüs vilayetinin Hıristiyan taifesi ellerinde kalan yerler
mukabelesinde her yıl saadetli dergâhımıza otuz bin sikke Macar
altunu kesim vermek üzere amân-ı şerifim talep edüp temennna-yı
şefkat eylediği ecilden kemal-i inâyet-i padişahanemden kendüye ve
İspanya kralına beş yıla değin amân-ı şerifim ihsan edüp şol şart
üzre olunmuştur..."
***
Türk kültürünün eski çağlarında düzen, ölçülerini töreden alırdı.
Tanrı'dan kut alan Hakanlar dahi töreye uymak zorunda idi; aksi
halde, Tanrı kutunu çeker ve Türk milleti esarete düşebilir, hakan
öldürülebilirdi. Türklerin Müslüman oluşlarından sonra, nizâm-ı âlem
ülküsünün temel ilkesi adalet olmuştur; dünya nizamının temel değeri,
adalettir. Bu kavram, bütün hayat faaliyetlerini kapsayan bir
genişlik ve bugün insan hakları olarak ifade ettiğimiz ilkeleri de
içeren bir derinlik kazanır.
Adalet fikir ve duygusunun bu egemenliğidir ki, Türklerin gerek
Anadolu'da ve gerek Balkanlardaki süratli yayılışını temin eder.
Katoliklerin zulmünden kaçanlar Osmanlının adalet ve hoşgörüsüne
sığınırlar; mahalli beğlerin ve kralların zulmünden yaka silkenler
Türkleri bir kurtarıcı gibi karşılar ve keşke çok öncelerden
gelseydiniz, derler.
Gün Batarken
Büyük zamanlarımızda Yeniçeriler eğitim yaparken, "destiye kurşun
atar, keçeye kılıç çalar, Kızıl Elma'ya dek gideriz..." diye türkü
söylerlermiş. Sultan Süleyman Han da, sefer sırasında ordugâhı
dolaşıp, otağ-ı hümayûn'una dönerken, askerlerine, "Kızıl Elma'da
buluşuruz..." diye Allahaısmarladık edermiş. Gün dönmeye
başladığında, 1768'de Sultan III. Mustafa Han'ı Rusya ile savaşa
kışkırtan Osmanlı aydınları ise, daha önce söylendiği gibi, Kızıl
Elma'yı, Boğdan'dan gelen kırmızı elma zannediyorlardı.
Sonra Osmanlıda gerilim iyice düştü ve Kızıl Elma ülküsünün
hafızalardaki izleri de kaybolmaya başladı. On altıncı yüzyılda
Osmanlı, âlem dediği zaman, bu, dünya demekti; yani bildiği kavradığı
bütün dünya. İlgisi de, gücü de dünya ölçüsünde idi ve âleme nizam
vermek onun sorumluluğu idi, fiili siyaseti idi. 1572'de Polonya
kralı ölüp, hanedanı söndüğünde, Fransa kralının kardeşi Henri de
buraya kral olmak için Osmanlı hükümetine dilekçe ile
başvurur, "Vilâyet-i Leh'e kral nasb olunmak reca vü istidâ eyler."
Avrupa'nın bütün hanedanları yarış halindedir. Divân-ı Hümayûn,
Henri'nin başvurusunu uygun bulur ve Sultan II. Selim Han Gâzi, kralı
seçecek olan Polonya Diyet Meclisi'ne şu buyruğu gönderir:
"Françe pâdişahınun karındaşı, vilâyet-i mebzureye kral nasbolunmak
evlâ ve münasib görülmüşdür. Buyurdum ki, (Henri) Lehistan'a
vardukta, mâbeyninüzde vuku'bulan tefessüd ü ta'allülü def eyleyüb,
fermân-ı şerifüm muktezasınca, müşarünileyhün karındaşın krallığa
kabul idüb tâzim-i iktirân ve tefhim-i ihtirâmı bâbında bezl-i makdûr
eyleyüp basiret ü intibah üzre olasız. Şöyle ki, emr-i şerifüme
mugayir iş idesiz, asla özrünüz kabul olmamak lâzım gelür; ana göre
tedarük eyleyesünüz..." Bu fermana tuğrasını basan adam, nizam-ı âlem
dediği zaman, o, nizam-ı âlemdir. Ve, Henri gider, kral olur; sonra
kardeşi Fransa kralı ölünce Fransa'ya geçip Fransa kralı Henri olur.
On yedinci yüzyılın ortalarında Koçi Beğ, nizam-ı âlem bozuldu,
derken, yahut on sekizinci yüzyılda Tatarcıklı Abdullah Molla,
layihasında ayni cümleyi kullanırken, devlet yapısının, bir takım
kurumların bozulmasını yahut Anadolu'daki zulüm ve ayaklanmaları
kastediyorlardı. Işık gücünü yitirdikçe, görme alanımız, dünyamız
daralır.
Sönen Kibritin Son Alevi
Doksanüç Harbinin hâtıraları henüz kaybolmamışken, Balkan Savaşı
felaketi yaşandı. İkinci bir hamle ile Edirne'yi zor kurtardığımız bu
savaş Osmanlı aydınları için çok onur kırıcı olmuştu. Toplumun
bütünü, hele İstanbul ve çevresi gibi yoğun göçlerin yaşandığı
çevreler ise derin acılarla sarsılmıştı.
Belki de, Gökalp'in açıklamalarına uygun olarak, bu büyük buhran
zamanında Türkçülük mefkûresi çimlenmeye ve Türk toplulukları, önde
aydınları olmak üzere kendi benliklerini idrak etmeye ve yeni bir
heyecanla dolmaya başlamışlardı. İnsanlar yeniden Kızıl Elma rüyaları
görüyorlardı. Cihana nizam verme iddiasını taşıyan ve tarihinde bunu
yaşayan bir kültürün mirasçıları, yıkılıyor, ama sadece kendi postunu
kurtarmak kavgası ile yetinemiyorlardı; Turan'ı kurup, dünya
Türklüğünü bir bayrak altında birleştirmeli idiler; bütün İslâm
ülkelerini ayağa kaldırıp Avrupalılara karşı bağımsızlıklarına
kavuşturmalı idiler!..
Osmanlının son dönemi ve onun külleri üzerinde yükselen Cumhuriyetin
hikâyesi, bu heyecanlardan doğan ferdi ve toplumsal büyük
gerilimlerin atılışlarından yani Türk ülkücülüğünün yeni bir
açılışından ibarettir. O dönemin yükünü taşıyan kahraman nesil, yanan
bir kibritin son alevi gibi parlak ve destansı idi. Kollarında
imparatorluğun can verip bir cumhuriyetin doğduğu bu büyük nesil,
çoğu kere siyasî çekişme ve endişeler sebebiyle, o büyük yanları ile
değerlendirilememiştir.
Balkan Harbinin perişan ordusu, nasıl oldu da iki yıl sonra, yedi
cephede, yedi düvele ve tifüse ve tifoya karşı yıllarca ve kahramanca
savaşabildi? Nasıl, Çanakkale destanı yaşanabildi? Sarıkamış
cephesinde on binlerce Osmanlı askeri ve subayı Allahuekber
dağlarında soğuktan donarken ve tertemiz alnından vurulup yatarken,
niçin tek bir asker geriye dönüp bakmadı; bir tek adım geri atmadı?
Bugün bize pek hayali görünen, o olmaz işlere nasıl öyle kahramanca
atılabildiler?
Enver Paşa orduyu gençleştirmiş ve Alman subaylarının da yardımı ile
yeni bir eğitim hareketi başlatmıştı. Fakat meselenin, iki seneyi
bile bulmayan bu yeniden düzenlenme yanı, böyle bir şahlanışı
açıklamaya yetmez. İşin sihri, özellikle genç Osmanlı subayının
imanında idi. Bu ülkücü yürekler Türkçülük, Turancılık heyecanları
ile çarpıyor, o destanlar, gerilimini bu kaynaktan alıyordu.
Türkçülük-Turancılık heyecanlarının arkasında, Balkan yenilgisinin
utancı, batılı devletlere duyulan kırgınlık, öfkeler ve Osmanlı
büyüklüğünü bir şekilde yeniden yaşama ihtirasları vardı. Sonuçta
Türkçülük-Turancılık heyecanı, yıkılmış orduyu diriltiyor ve Enver
Paşa'yı bayrak adam yapıyordu. Teşkilât-ı Mahsusa'nın bütün
ataklıkları, İstanbullu bir doktorun kuzey Afganistan'ın bir dağ
köyünde öğretmenliğe soyunması, hep bu gerilimin tezahürleridir.
Bu yeni Türk ülkücülüğünün yarattığı gerilim, nihai başarı için, yani
hayallerin gerçekleşmesi için yetmemiştir. Yetmesi de gerekmezdi; o,
ayrı bir bahistir. Ancak, Millî Mücadele'yi zafere götüren gerilimin
de, hemen ayni insanlardaki, ayni ülkücülük olduğundan şüphe
edilmemelidir. Bu gerilimin hedefini belirleyip, yönlendiren önderi
de, Mustafa Kemal Paşa olmuştur. Bu nokta ihmal edilirse, maddeten
sıfırlanmış gibi olan Anadolu'da, bu başarıyı açıklayabilecek başka
bir şey bulamazsınız.
Cumhuriyet ve Yeniden Diriliş
Cumhuriyeti kuran neslin, Cumhuriyetle sınırlanan ülkücülüğü
anlaşılabilir bir olgudur. Bütün güç ve dikkatlerini, bir yangın
üzerine bina ettikleri eserlerine vermeleri, onun üzerine titremeleri
tabiidir. Ancak, batılılaşma hedefinin sürekli vurgulanması ve bu
yöndeki hassasiyetlerin artırılması, Türk tarih ve kültüründen
kaynaklanacak yeni bir ülkücülüğü dışlamıştır. Muasır medeniyet
seviyesine ulaşmak iyi bir hedef olmakla birlikte, bir ülkü değil,
ülkücülüğün meyvelerinden biri olarak görülmeliydi. Bu yüzden de,
büyük gerilimler yaratamamış, ancak oluşmakta olana yeni ölçüler
kazandırmıştır.
1970'li yılların soğuk savaş ortamında Türk ülkücülüğü, millî varlığı
koruma hareketi olarak ve bir siyasî söylem içinde ortaya çıktı.
Soğuk savaş her millet için bir başka anlam taşıyordu. Bizim gibi,
son üç yüz yılını Rus yayılmacılığı ile savaş halinde geçirmiş,
Balkanları, Kırım'ı, Kafkasya'yı kaybetmiş, yüz milyonun üstündeki
soydaşı, tarihi düşman olarak gördüğü Rusya'nın egemenliğinde olan,
üstelik eline bir de Marksizmi silah olarak geçirmiş olan Rusya'ya
karşı, soğuk savaş demek, var olmak-yok olmak savaşı demekti. Onun
için, bu gücün kartondan bir kaplan olduğunu söyleyen bir iki şair
var idiyse de, buna kimse inanmıyordu.
Türk ülkücülüğü bu dönemde, üstüne düşeni yaptı; ezilip yıkılmadı. Bu
sıkıntılar altında iman zaafına uğrayan bir kısım insanların
değerlendirme farklılıklarına rağmen, ülkücülük yapılması gerekeni, -
hatalar insanlar için olduğuna göre- yapılması gereken biçimde yaptı.
1990'lı yıllarda Sovyet İmparatorluğu'nun çökmesi ve Marksizmin bir
soğuk savaş silahı olarak iflas etmesi üzerine, dünya derinden
değişti. Şimdi Türk ülkücülüğü, temel değerleri iman, sevgi ve
hoşgörü olmak üzere, bir başka büyük açılış içindedir ve dünyanın her
yanındaki tezahürleri ile kendini sergilemektedir. Şimdi yürekler
yeniden büyümüştür ve gören gözler için Türk dünyasına ışık ve ümit
saçmaktadır.
                       
İLAYH-İ KELİMETULLAH İÇİN NİZAM-I ALEM...
 
ZALİME "ALP" MAZLUMA"EREN" PEYGAMBER ÜLKÜSÜNÜN ÜLKÜCÜSÜDÜR ALPEREN.
TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ
 
DUYURU PANOSU
 



TÜRK-İSLAM ALEMİNİN MÜBAREK MEVLİD KANDİLİNİ KUTLAR. HAYIRLARA VESİLE OLMASINI YÜCE ALLAH'tan NİYAZ EDERİM. BBP GENEL BŞK. YRD. AV.SELAMİ EKİCİ

-

ZAMAN İLERLERKEN GEÇEN ZAMANIN GERİ GELMİYECEĞİNİ BİLEN FERTLER OLARAK "TEBLİĞ"ve"İRŞAT" AŞKIYLA YANAN YÜREĞİMİZİ DİNDİRMEK İÇİN ADIMLARIMIZI HEP HIZLI ATMALIYIZ..(ÇÜNKÜ O ÖYLE YAPTI.!)
 

BİN YILLIK ANA DAMARDAN,DOĞRU ÇİZGİDEN KOPARAK SAĞA SOLA SAVRULMUŞ "KARDEŞLERİM" EMANET EDİLEN MİRASI.HEBA ETMEYELİM HEBA ETMEYELİM..!
 
 
Bugün 12 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol