Toplumu kendi isteği doğrultusunda değiştirmeye talip olanlar, önce kendilerini o istikamette değiştirmekle işe başlamalıdırlar. Kendi hayatını, inandıklarını, uygun şekilde tanzim edemeyen insanların, başkalarının dünya görüşünü değiştirmek ve hayatlarını tanzim etmek gibi bir işe talip olması, neticesiz ve boş bir gayrettir veya en basit tabiriyle insanları hiçe saymaktır ve topluma karşı saygısızlıktır. İnandığım devlet ve toplum nizamında değer ölçüsü yapmayı düşünenlerin her şeyden evvel "Dava Adamı" olmayı gerçekleştirmesi gerekir. Dava adamı olmak, toplumun bütün değer yargılarına rağmen kendi inandıklarından taviz vermemeyi "kınayanların kınamasına aldırmadan" inançlarını yaşamayı, düzenin ürettiği tipoloji dolayısıyla tek başına kalsa bile inandığı gibi söyleyip, inandığı gibi davranmayı gerektirir. Dava adamı, karşı olduğu düzen içinde, getirmek istediği nizamın ölçülerini yaşayan, düzene karşı olmanın getireceği rizikoları göze alan, bu sebeple zulme uğrayacağını bilerek çileye hazır olan insandır. Böyle bir misyonla kendisini sorumlu hisseden birinin plansız ve programsız olarak kendini hayatın akışına bırakması elbette düşünülemez. O sosyal değişimlerin içinde bir saman çöpü gibi sürüklenemez, fedakârlıkları göze almadan ve rahatlarından hiçbir şey feda etmeden düzeni değiştireceğini iddia edenler hem kendilerini hem de milleti aldatmaktadırlar. "Alemleri senin için yarattım" hitabının mazharı sevgili kurtarıcımız Pemgamber Efendimiz (s.a.v.) bile savaşlarda dişini şehit verip, mağaralarda korkulu anlar yaşayarak öz yurdundan hicret etmek gibi çileleri çekmeden başarı sağlamamışlardır. Hiç kimse Peygamberimizden daha çok imtiyaza sahip olamaz ve mücadelesiz başarı bekleyemez.
Büyük davalar yıkılmayacak, yorulmayacak, üşenmeyecek dava adamları ister!.. Bizim tarihimizde amel etmeden "ahlakçılık" yapan nazariyattılar yoktur. Kendi bedenlerinde ve nefislerinde denemedikleri bir hayat tarzının teorisini de yapmamışlardır.
Müslüman'ın iki ayrı hayatı olamaz. Maddî hayatını düzenlerken başka, manevî hayatını düzenlerken de başka bir felsefeye göre davranamaz. Sadece din ve ibadet konularını Allah'a yönelik bir şahsi ve nefsi mesele olarak görmenin, ama siyasi içtimai ve iktisadi meselelerde "Allah'ı işe karıştırmamak" felsefesi ile hareket etmenin insanı iki ruhlu, iki yüzlü bir hayat anlayışına götüreceğini söylersek herhalde yalnızca gerçeği belirtmiş oluruz. Müslüman’ın maddî ve manevî hayatında tam bir uyum ve ahenk olmalıdır.
Dava adamları kendi hayatını tam bir mümin gibi düzene koyarken, ferdî şuurdan "kollektif şuur"a geçişin metotlarını da geliştirmelidir. İslâmî şuurlanma edebiyat ve nazarî mülahazalar olmaktan çıkıp yaşanan, canlı bir varlık olma niteliğine kavuşmalıdır.
"Bir millet kendini değiştirmedikçe, biz de onun halini değiştirmeyiz" ilâhî emrini düşününce bu günkü halimize neden geldiğimize ve çıkış yolunun neler olduğunu daha iyi anlıyoruz: Allah’in iradesine teslim olan bir toplum olarak nizamımızı O'nun kanun ve kurallarına göre düzenlerken güçlüydük, huzurluyduk ve içten ahenkli bir millettik. Ahlak ve inançlarımızda, tahribatlar başlayınca, toptan değişmeye de başladık! Çöküş, günümüze kadar geldi.
Bir zamanlar Marko Polo, Batı'ya Asya'nın efsanevi azametini anlatmıştı. De Amics, şöyle bir tesbitte bulunuyordu:
"Bütün Türkler bir fikir üzerinde düşünceye dalmış filozoflara benzerler. Göz ve ağızlarında kesif bir iç hayatının ifadesi okunur. Hepsinin hareketlerinde aynı ciddiyet, bakış ve mimiklerinde aynı itidal mevcuttur. İnsan, Paşa'dan küçük bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okuldan yetişmiş, aynı asalet mertebesine sahip büyük senyörler olduğunu zannederler. Şarkı söylemek, gürültü, kahkahalar ve çığlıklar atmak, lüzumsuz izdihamlar yaratmak gibi şeylere hiç rastlanmaz. Hiçbir tarafta haylaz dilenci güruhuna tesadüf edilmez. Her tarafta sosyal sınıfların birbirine karşı saygı duydukları müşahede edilir".
Bu yazıları okurken, Yesevi Ocaklarından yetişmiş derviş-gazilerin bölük bölük Anadolu'ya yayılışları gözlerimizin önünden kayıp gidiyor. Saygılı, huzurlu, güvenli, kararlı, kanaatkar ve Yaratan'a teslim olmuş insanların fevç fevç UÇ'lara akışı!... Anadolu ortalarında kök salan çınarın hayat damarlarına verilen su!...
Ya bugünkü Türkiye'mizin manzarası nasıl?... Batının her türlü moda rüzgarıyla derhal yön değiştiren, ayıplarını, manasızlıklarını, kötülüklerini büyük bir aşağılık duygusu içinde hemen kabullenip benimseyen; tembel, kaabiliyetsiz, imansız, para düşkünü, frenk taklitçisi, her türlü ananenin düşmanı; gürültücü, kendi kendiyle kavgalı, dedikodu ve gıybet hastası bir güruh görüntüsü arzediyor.
Uğradığımız bozgunlar bize, kaybettiğimiz realiteyi bulma duygusunu verecek midir? İyimserlik güzeldir ama, kötüyü inkâr etmemek ve gerçeğe gözlerimizi kapamamak şartıyla!.. Çünkü, kötüyü inkâr etmek onunla mücadele etmeyi önler. Daima iyimserlik içinde bulunmak, gayreti tüketir. Aksine hayatı açık ve net olarak görmek, insanları harekete geçirir. İnsanlar ancak yere düştüklerini farkederlerse ayağa kalkma cehdini gösterirler. Bu itibarla daima iyimser olmakla birlikte, önce kendimizden başlayarak inananların birbiriyle ve düzenle olan ilişkilerindeki hata ve eksikleri açıkça tenkit ve tahlil etmekten çekinmemeliyiz.
İnsandaki ruhî şahsiyetin olgunlaştırdığı fedakârlık duygusu zayıfladığı zaman içtimaî şahsiyetin beslediği mevki ve makam hırsı derhal pusudan çıkar ve insanı esareti altına alır; Onu kâh küçük hesapların peşinde koşturur, kâh hak ve hakikatleri çiğneyerek kendisine saadet sarayları inşa etmeye çalışan fahiş kazançların çılgını haline koyar. Kâh büyük kalabalıklar arasında azamet ve alkışlarla geçmenin sevdalısı olarak siyaset ihtirası peşinde yürütür. İnsanı, insan olmaktan çıkarmaya kaabiliyetli hırslar hayata hakim olurlar; kalabalıkların toplandığı yerlerde alkışlanarak daha da azdırılan işte bu hırslardır.
Müslüman Türk gençliğine öncelikle küçük hesaplardan uzak olarak İslâm iman ve ahlâkı ile büyük işler başarmış bir milletin mensubu olmanın heyecanı, şuna veya buna benzemenin değil, kendi kendine benzemenin ve kendi kendini aşmanın şuuru verilmelidir…
Başarı, hareketsizlikte ve kolaycılıkta değil; Hakk'a dayalı kuvvette, hedefleri belli ve sürekli çalışmada, kendini inançları içinde eritecek yüksek bir mücadele azminde saklıdır…
Dava boş gurur ve hırsların tatmini için yapılan bir koşturmaca değil içtimaî, iktisadî, siyasî ve beşerî hayatımızı Hakk'a uydurma davası olmalıdır. Her türlü gündelik endişelerden uzaklarda çalışan sanki hayatımızın maverasında hazırlıklarını yapan bir hareket ordusunun fikir fedaileri ancak bu davayı başarabilirler!...
Hazreti Yeseviler’in, Şah-ı Nakşibendiler'in, Mevlânâlar'ın yaptığı gibi, küçük iman ocaklarından çerağlar tutuşturulup, Anadolu'da yeniden beyinler ve gönüller canlandırılmalıdır.
|